Aşık Veysel

Bugün 25 Ekim 2019; yani Aşık Veysel’in 125. yaş günü; kutlu olsun diye her bir cümlem…

Bu renk cümbüşü dünyada her güzel şeyin değeri, hep kaybedilince anlaşılır. Kör ölür badem gözlü, kel ölür sırma saçlı olur. Çünkü insan yanındayken kıymetini, istediği şey elindeyken değerini bilecek bir varlık değildir maalesef. Bu girişim sizi şaşırtmasın, kafanız da karışmasın. Çünkü ben, canım Aşık Veysel’in her şeyin değerini bilerek yaşadığını düşünüyorum ve bütün gün şu yazacaklarımın başına gele gide daha çok hissettim bunu. Bu kısmı en sona bırakıyorum, bütün duyguyu daha çok hissedebileyim diye.

Kör olup, koskoca bir hayattan vazgeçmek, dünyanı topyekun karartmak nasıl da kolay olurdu diye düşündüm. Oysa o böyle yapmamış. Tekrar düşmüş, tekrar yanılmış, ama sonunda neyi yaşamak istediğini bulmuş. Dünyaya hiçbir varlığın boşuna gelmediğini, zannediyorum ki hepimize kanıtlamış. Çünkü o dünyaya geliş sebebini bulmadan ölmemiş.

Dilerim siz de dünyaya geliş nedeninizi vaktini kaçırmadan bulursunuz…

Çocukluğu

Veysel, 25 Ekim 1894’te Sivas ili Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde Gülizar Hatun ve “Karaca” lakaplı babası Çiftçi Ahmet Bey’in oğlu olarak dünyaya geldiğinde, ona “Veysel Şatıroğlu” adını verdiler. O, bir gün halk ozanı olduğunda, herkes adını Aşık Veysel olarak anacaktı. Ama Aşık Veysel olmadan önce daha yaşayacakları vardı.

Yokluk zamanları, köy şartları… O günlere göre sıradan bir doğumdu aslında Veysel’inki. Gülizar Hatun, gebeliğinin son günlerindeydi artık, ha doğurdu ha doğuracak; ama işler de beklemezdi, koyunları sağmalıydı. Köylerinin yakınındaki Ayıpınar merasındaki koyunları sağmaya gitti. İşte tam işlerini kotarmaya çalışırken geldi sancısı; bebesini bir başına oracıkta doğurdu, göbeğini kesti. Heybesinden bulduğu bir çaputa sardı oğlunu, köyüne döndü…

Daha Veysel doğmadan Sivas’ta bir salgın başlamıştı: Çiçek hastalığı. İki kız kardeşi de bu vebadan öldü; Veysel onları hiç tanımadı. Şimdi ise üç kardeşlerdi; kendisi, abisi Ali ve kız kardeşi Elif.

Veysel’in gönül gözü açıldı

Veysel köy şartlarında yaşayan, ruhu kendinden büyük duygusal bir çocuk olarak 7 yaşına kadar geldi sağ salim. Ama 1901’de bu yörede aynı salgın bir daha kendini hatırlattı. Bu hastalıktan Veysel de alacaktı nasibini; yıllar sonra da hastalığa tutulduğu o günü şu cümlelerle anlatacaktı:

“Çiçeğe yatmadan evvel anam güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye gitmiştim; beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kaydı, düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım. Çiçek zorlu geldi, s gözümde çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O gün bugündür dünya başıma zindan”.

En azından sağ gözünün görme şansı vardı, ilk zamanlar ışığın varlığını seçebiliyordu. Yakınlarda, Akdağmadeni’nde Veysel’in gözünü iyi edecek bir doktor vardı. Ama belli ki Veysel’in yazısı bu olacaktı, onun dünyası kararırken gönül gözü aydınlanacaktı.

Bir gün inek sağıyordu ışığı seçen gözünün yardımıyla görerek, o sırada babası geldi yanına elinde bir değnekle. Babasının geldiğini duyan Veysel, ansızın döndüğünde Ahmet Bey’in elindeki değnek Veysel’in gözünü akıttı gitti…

Bu düşüş ve sonrasında yaşanan talihsiz kaza, Veysel’in dünyasını kararttı. Düşerken elinde sıyrıklar oluşmuştu, kanıyordu. İşte bundan sebep, hafızasına “kırmızı” kazınmıştı; kan kırmızısı. Gülizar Hatun, Veysel’in kırmızıyı tanıyışını şu cümlelerle anlatırdı: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü, kan görmüştü. Kanın rengini hatırladı yalnız; kırmızıyı. Yeşili de elleriyle bulur, severdi”.

Ana babası da, kardeşleri de Veysel’in bu hali ile kahroldu. Veysel’in gittikçe içine kapanan hali, en çok Ahmet Bey’i üzüyordu; babası kendini suçlamayı bir türlü bırakamıyordu. Elif, abisinin eli ayağı olmuştu, her gün elinden tutup sıkılmasın diye gezdiriyordu. Bütün aile üzerine titriyordu.

Babası Veysel’e bir meşgale bulmanın peşine düştü bir süre sonra. Oğlunun gittikçe içine dönen bu halini görmeye dayanamamıştı. Şiire pek meraklıydı Ahmet Bey, tekkeyle de içli dışlıydı. İlk zamanlar oğluna şiirler okudu, ona ezber ettirdi. Sonra da ona bir saz hediye etti. Artık evlerine yörenin ozanları da geliyordu Veysel için. Veysel gözleri görmeyeli beri, gönlünü ve kulaklarını daha çok açmıştı etrafa karşı, ama en çok söylenen şiirleri, sazın sözünü duyuyordu.

Bir Aşık, halk ozanı yetişiyordu…

Sazla sözle ilk tanışma yılları

Veysel’in yaşadığı bu yer, Emlek yöresi olarak biliniyordu; ozanlarının bolluğuyla bilinirdi. Babasının kendisine saz hediye etmesinden beri geçen zamanda Veysel hayata asıl tutunacağını bulmuştu.

Veysel, sazı her şeyiyle öğrenmek istediğini dile getirdiğinde babasının arkadaşı Aşıl Ala (Çarmışıhlı Ali Ağa) ‘dan ders almaya başladı. Saz çalmayı öğrendiğinde ne çok ozan olduğunu anladı, onların dünyasında kaybolmayı istedi.

İyiden iyiye saza tutulmuştu; artık “Pir Sultan Abdal”ın, “Karaoğlan”ın ve daha nicesinin kendisiyle aynı yeryüzünü paylaştığını biliyordu.

Bundan sonra onun dünyasında hiçbir şey öylece yerli yerinde duramazdı; renk dediğin sazdan çıkan her bir sözle kulağına, oradan tüm dünyasına dolacaktı.

Seferberlik zamanı

Veysel, yaşı ilerledikçe, aklı yettikçe kendi içinde daha çok yaralanıyordu. Sazını eline alıp da kendi içinde gezineli beri hiç eksik hissetmemişti. Ama seferberlik zamanı gelip çatınca bu hissiyat tekrar ilk kez abisi Ali cepheye gidince düştü içine.

Harp patladı, sonra Veysel’in arkadaşları, hatta tanımadıkları da cepheye gitmeye başladı. İşte o zaman Veysel ne çok şeyden mahrum olduğunu, belki daha nicelerinden mahrum olacağını hissetti.

Yokluk yıllarıydı, paranın pullanamadığı, insanın yiyecek ekmek için çok daha fazla çalışması gereken zamanlar… Veysel’in ruhu, kabuk bağlamayan yaralar alıyordu yine. Çok yalnız kalmıştı. Yapabildiği tek şey, bahçedeki armut ağacının altına uzanıp, derdini rengini göremediği gökyüzüne anlatmaktı. Günün hangi saati olduğunun da bir önemi yoktu…

Ailesi, Veysel’in kafa tuttuğunu aksileştiğini düşünüyorlardı. Oysa o derdini dökmekten çekiniyordu. Neredeyse sazı bile ona yabancı olmuştu. Yine de vatanı için hissettiği bu eksikliği bir zaman sonra şu dizelerle anlattı:

“Ne yazık ki bana olmadı kısmet

Düşmanı denize dökerken millet

Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet

Kılıç vurmak için düşman başına.

Bugünler müyesser olsaydı bana

Minnet etmez idim bir kaşık kana

Mukadder harici gelmez meydana

Neler geldi bu Veysel’in başına”

Veysel evlendi

Seferberlik zamanlarının sonlarına gelindiğinde Gülizar Hatun ve Ahmet Bey’i bir korku sardı; Ya ölürsek diye düşünüp duruyorlardı. Ya ölürlerseydi, ya kardeşi abisine bakamazsaydı, oğullarının hali nice olurdu…

Sonunda kendilerince bir çözüm buldular bu duruma; Veysel’i evlendireceklerdi. Bir akrabalarının kızı münasip düşerdi; Esma. Çok zaman geçirmeden Veysel ile Esma’yı evlendirdiler.

Bu evlilikten bir kızları, bir de oğulları oldu. Ama Veysel’in kaderi kendi gözünde karaydı, kapkaraydı. Oğulları daha 10 günlükken annesinin memesinde verdi son nefesini.

Evlilikleri bir şekilde yürüyordu işte. Hem yürümeyip de ne yapacaktı, devir başka devirdi. Bu süreçte ailesi de haklı çıkmıştı. Annesi Gülizar Hatun 24 Şubat 1921’de, babası Ahmet Bey de ondan 1,5 yıl sonra öldü. Hepsinin acısı Veysel’in yüreğine çöreklenmişti. Hem artık nasıl idare edeceğini de biliyordu ya, sessiz sedasız, içten içe kanayarak; sonuçta bildiği tek renk kırmızıydı…

Veysel artık bir evin oğlu değildi; kocaydı, babaydı. Çalışmak da lazım gelirdi; bağ bostan işleriyle uğraşıyordu. Elbet sazdan da vazgeçemezdi. Köyleri aşıkların uğrak yeriydi. Karacaoğlan’dan Aşık Veli’ye, Emrah’tan Aşık Sıtkı’ya ozanlar gelip bir çalıp bir söylüyorlardı. Veysel de bu fasıllardan nemalanıyordu.

Veysel’in bir başka acısı

Abisi Ali de evlenmişti Veysel’in, bir de çocuğu olmuştu bir arada yaşıyorlardı iki aile. Hem işlerle hem de çocuklarla ilgilensin diye bir yardımcı tuttular. O dönem oralarda böyle hizmetlerde çalışanlara “azap” denilirdi.

Aşk nedir öğrenememişti aslında Veysel, bir kadının aşkı nedir bilmeden evlenmişti Esma’yla. Belki aşkı bilmemişti, ama yoksunluğunu öğrenecekti; çünkü öğretilecekti.

Ne zaman olmuştu, nasıl olmuştu bilinmez. Bu yeni gelen azap bir zaman sonra Esma’nın aklına girmişti. Bir gün Veysel hastaydı, dinleniyordu. Ali de bahçeye gitmişti. Esma, anlaştığı bu azap ile kaçtı, terk etti Veysel’i. Çok canı yanmıştı bu zamana kadar. Ya her gelen dert ilk anda eskilerinin tesirini yitiriyordu, ya da bu kez gerçekten de hepsinden fazla canı yanıyordu…

Esma, Veysel’i küçücük bir kızıyla bir başına bırakıp kaçmıştı. İki yıl kucağından indirmedi gönül gözüyle bakmalara doyamadığı kızını. Sonun da o da hayata gözlerini yumdu, küçük bedeni dayanamamıştı belli ki. Ne çok kaybediyor ne çok canı yanıyordu… Çünkü Veysel, aslında Esma’yı çok sevmişti.

“Bu bendeki aşk olmasa”

Veysel’in yaşadığı acılar, birçok insanın başına gelecek olayların ya da bir insanın ayrı ayrı zamanlarda yaşayacağı şeylerin toplanıp, bir döneme birikip, bir tek insanın başına gelmişti. Onu en çok yaralayan Esma’nın kaçışı, ihaneti olmuştu. Ama bu hikayenin devamı da var, bahsetmeden geçemedim. Çünkü o güzelim türkünün sözleri işte bu hikayeden çıkmıştı: “Güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa”

Veysel, yanlarında çalışan azapla Esma’nın arasında olanları anlamıştı. Görmesi için gözlere gerek yoktu illa. O gün kaçıp gideceğini de anlamıştı ve kendince hazırlığını yapmıştı.

Esma, uygun zamanı kollayıp, bohçasını aldı, pabuçlarını giydi ve arkasına bakmadan gitti. Başta olayın verdiği telaşla fark edememişti ama ayağını rahatsız eden bir şey vardı. Bafra’ya vardıklarında bir çeşmenin başında durdular serinlemek için. Dayanamadı Esma, pabuçlarını çıkardı ve gözlerine inanamadı.

Pabucunun içinde ayağını acıtan o şey paraydı, Veysel’in tüm parası. Eşine dolaylı yoldan da olsa her şeyi bildiğini anlatmanın kendince en doğru yolu buydu. Para bir kağıda sarılıydı ve şöyle yazıyordu:

“Al, bu para ananın ak sütü gibi helal olsun. Gittiğin yerde kendini ezdirme. Bir de güzelliğin on para etmez, bu bendeki aşk olmasa”

Yıllar sonra, Veysel şu kanser illetine yakalandığında geldi Esma, helallik istemeye. Kapısına kadar vardı, ama diyeceklerini diyemeden kaçtı gitti oradan. Oysa Veysel gelsin diye kabul vermişti, ama Esma, “Ben o adama çok çektirdim, Allah da beni perişan etti. Şimdi ne yüzle onunla helalleşeceğim” diyerek gitmişti.

Köyünden ilk ayrılışı

Veysel, Esma’dan sonra kızının da gidişiyle yapayalnız hissediyordu artık kendini. Ruhu, kaçıp gitmeyi istiyor, canı hep uzakları, hiç bilmediği uzakları çekiyordu.

İlk kez 1928’de gitmeye meyletti. En iyi arkadaşı İbrahim idi. İbrahim ve Veysel, Adana’ya gitmeye karar verdiler. Ama gidemeyeceklerdi, onu bu gidişten vazgeçiren ise, Karaçayır köyünden Deli Süleyman’dı.

Bu vazgeçişi şu cümlelerle anlatacaktı Veysel: “Bu adam saz çalarım dinler, söze başlarım keser. ‘Gideyim’ derim, ‘Ah kivra, çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim”

Bu olayın üzerinden bir zaman geçti. Zara ilçesinin Baleni köyünden Kasım geldi, Veysel’i aldı kendi köyüne götürdü. İki üç ay kadar burada kaldılar. Onun bir yerlere göndermek istemeyen Deli Süleyman ile Sivaslı Kalaycı Hüseyin de yanındaydı. Bu gidiş birçok anlamdan önce, Veysel’in köyünden ilk kez dışarı çıktığı anlamına geliyordu. Bağlı bulunduğu ilin sınırları içinde de olsa, ne demişler, tebdili mekanda ferahlık vardı…

Aşık Veysel tekrar evlendi

Veysel, ilk kez köyünden çıkabilmiş olmanın sarhoşluğunu yaşıyordu. Dönüşte başka başka köylere de uğradılar ve Veysel, Girit köyünden bir saz aldı, 9 liraya. Bu saz üzerine kuracağı yeni bir hayat olduğu hissiyatına kapılmış mıydı acaba?

İşte bütün bunlar yaşandıktan, köyünden birkaç kilometre uzaklık da olsa, uzaklara gidebildikten sonra, Hafik ilçesinin Karayaprak köyünden Gülizar ile evlendi. Anacağı yârine isim olup gölgesiyle gelmişti belli ki.

Hayriye adında bir kızı ve Ahmet adında bir oğlu oldu.

Bir Aşık doğuyor

Türkiye’nin kırsal kesiminin yokluk zamanlarında, Veysel’in yoksulluk damarlarında dolaşıyordu ve 1933’e kadar da bir lokma ekmeğini kazanmak için kolay, zor demeden çalışıp didindi. Bir yandan da hiç durmamış, saz konusunda kendini geliştirmişti. Başka aşıkların türkülerini çalıp söylüyordu.

1931’de Ahmet Kutsi Tecer, o zaman Sivas Lisesi Edebiyat Öğretmeni idi, arkadaşları ile birlikte “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurdular. 5 Aralık 1931’de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı etkinliği düzenlediler. Bu Veysel’in hayatında bir yenilik, hatta dönüm noktası demekti. Ahmet Kutsi Tecer, Veysel’in hayatında yepyeni başlangıçların vesilesi olacaktı…

Bu dönem, aşıklık geleneğinin yayıldığı zamanlara tekabül ediyordu. Veysel de aldı sazını eline, gezmeye başladı. Zaten çocukluktan burada aşıklık nedir bilerek büyümüştü; ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Çevre köyleri geze geze Sivas’ın merkezine kadar geldi; türkülerini hiç susturmadı.

1933’e kadar başka ozanların şiirlerini söyledi. Cumhuriyet’in onuncu yıl dönümüydü. Ahmet Öğretmen, bütün ozanlardan Cumhuriyet ev Atatürk üzerine şiirler yazmasını istedi; Veysel de artık o ozanların arasındaydı. İlk şiiri, “Atatürk’tür Türkiye’nin İhyası” oldu.

Bu şiirin ortaya çıkması, Veysel’in ruhunun ortaya çıkması demekti ve hepsi biraz cesaretle köyünden çıkmayı başarmasıyla olmuştu. Bir Aşık doğuyordu.

Yalınayak Ankara yolları

Veysel’in şiirini Agacakışla Bölge Müdürü Ali Rıza Bey çok beğenmişti, onu Ankara’ya göndermek istedi.

Veysel, “Ata’ya ben giderim” dedi. Onu ilk kez köyünün dışına çıkaran arkadaşı İbrahim ile yalınayak düştüler yollara. Kar kış demeden, hiç şikayet etmeden, iki yüce gönül, uzun ince bir yolda yürüdüler gündüz gece… Üç ay yol gittikten sonra Ankara’ya vardılar. Burada bir tanıdıklarının evinde misafir oldular, tam 45 gün.

Destanını Atatürk’e kendi elleriyle vermek, hatta okumayı çok istemişti; kısmet olmadı. Bir askere gidemeyişine, işte bir de buna aynı derecede ateşte yandı içi. Belki Ata’nın huzuruna çıkamadı, ama “Hakimiyet-i Milliye” basımevi Veysel’in şiirini gazetede üç gün boyunca yayınladı.

Geri dönmek de ayrı bir maharetti, paraları yoktu. Çaldıkları kapılar, yüzlerine kapandı. Onlar da Halkevi’ne gittiler. Burada Aşık Veysel’i tanıdılar ve şanslarına milletvekilleri vardı. Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey, Pazar günü Halkevinde konser vermelerini istedi. Üstlerine yeni kıyafetler alındı. Konserden sonra ceplerinde paraları da vardı. Köylerine işte bu parayla döndüler.

Buralara kadar gelmek, Veysel’in canına can, kanına kan katmıştı. Artık bütün yurdu dolaşıp, çalıp söylemenin vaktiydi…

Saz Öğretmeni, Aşık Veysel

Köy Enstitüleri kurulmaya başlamıştı. Aşık Veysel de yazdığı destanla ve sazıyla adını duyurmayı başarmıştı. Yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkısıyla, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yaptı.

Buralarda Türkiye’nin değeri olmuş birçok aydın sanatçıyla tanıştı. Şiiri de daha iyiydi. Saz hocalığı yapmak her anlamda ona iyi gelmişti.

Son Aşıklardan, Aşık Veysel

Aşık Veysel, Aşık geleneğini işleyen, yaşatan son temsilcilerdendi. Verdiği her eserde en dikkat ettiği şey, Türkçe’nin kullanımıydı. Dilimizi ustalıkla ve yalın bir şekilde kullanıyordu. Sadece dilimizi değil, duygularını da çok iyi yediriyordu eserlerine. Ne yaşamışsa, hepsi bir aradaydı sanki; yaşama sevinci, ayrılık, vazgeçişler, terk edişler, hiç gidemeyişler ve sonunda kaçışlar, belki biraz da cesaret…

Bunun yanında ilgi alanları da genişti; doğa, din, siyaset, toplumsal olaylar… İnceden eleştiriler savurduğu şiir kitapları da oldu Aşık Veysel’in; 1944’te “Deyişler”, 1950’de “Sazımdan Sesler”, 1970’te “Dostlar Beni Hatırlasın” adını verdiği kitaplarda topladı hepsini.

1965’te TBBM’nin çıkardığı özel bir kanunla “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” ibaresiyle 500 lira aylığa bağlandı.

1970’lerde “Hümeyra, Selda Bağcan, Gülden Karaböcek, Fikret Kızılok, Esin Afşar” gibi müzisyenler Aşık Veysel’in adını duyurmak, onu daha büyük kitlelere yaymak için, deyişlerini derledi.

Aşık Veysel öldü

Aşık Veysel, 21 Mart 1973’te sabaha karşı saat 03:30’da, doğduğu köydeki evinde, akciğer kanseri sebebiyle öldü; 78 yaşındaydı. Ölümünün ardından bu ev, adıyla bir müze haline getirildi.

Hiç doğmamış olmayı diler miydi, içinde nasıl bir hayat yaşadı biz bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz elbette. Ama ona nefesini bağışlayan Allah, bugün ölümsüzlüğünü de istemiş demek ki. O belki hafızasında kırmızıdan, gözünde siyahtan başka renk bilemedi. Biliyor musunuz, aslında yıllar sonra, yaşamının sonuna doğru yani, gelişen sağlık koşulları ile bir operasyonla görebileceğini de öğrendi; ama reddetti. Belki de gönül gözünün gösterdikleri çok daha güzeldi, kim bilir.

Bir de şöyle bir şey demiş zamanında Aşık Veysel, “Gözlerim görseydi toprağı tanıyamaz sizin gibi ona basardım”. Belki de sadece toprağın kıymetini bilmek istedi ve görmek için bakmak gerekmiyordu…

Aslında, sadece o kocaman kalbine belli ki çok şey sığdırdı Aşık Veysel; çok ve güzel şeyler… İşte bu yüzden, gönül gözüyle, güzel yüreğiyle, şiirleri türküleriyle bir Aşık Veysel geçti bu dünyadan…

Yorum yapın